Güneşin, adeta gözlerinin içine doğru doğduğu bir sabaha uyandı Ganga. Tüm geceyi güvertede, yıldızların altında uyuyarak geçirmiş olduğunu anladı. Sanki bir sürü yoldan geçmişçesine anılarla doluydu zihni. Durdu ve düşündü; neydi bunun sebebi?
Hatırladı Ganga, dün gece rüyasında dalgalı bir denizde yol alıyordu teknesi ve Ganga soruyordu, şimdi nereye çevireceğim dümeni? Denizi çevreleyen dağlardan yankılanıyordu bir ses; pembe beyaz olan şehire doğru sür, dalgalar çoğaldığında bulacaksın yolunu Ganga! Aniden büyük bir heyecan duydu. İşte bulmuştu yolunu.
Hemen kalktı güvertedeki minderinden, işte demir alma vakti geldi diye geçirdi içinden ve çapayı toplamaya başlamıştı bile derinliklerden… Güzel bir kahve yaptı ve motoru çalıştırdı. Dümeni sağa doğru çevirdi ama bilmiyordu; bu pembe beyaz şehir tam olarak neredeydi. Neyse… dedi Ganga. Dalgalar beni götürecek sanırım oraya…
Güneş henüz yeni doğmuştu, saat ise 8 i 10 geçiyordu. Hava 21 derece, deniz ise pırıl pırıl parlıyordu. Derin bir nefes aldı Ganga; yol aldıkça dalgalar artıyordu ve anladı ki işte bu yol, pembe beyaz Knidos’ a doğru yol alıyordu. Ah! Dedi Ganga! Babamın eski bir el kitapçığında görmüştüm. Bir akşam üzeri çayını yudumlarken bahsetmişti babam ve demişti ki; bir gün denizlerin buluştuğu kenti merak edersen, bu kitapçık rehberin olacak. Neredeydi? Ve o kitapçığı buldu sabun sepetinin altındaki dolaptan. Köşeleri biraz ıslanmış ve kıvrılmış olan sayfaları açmaya başladı, bu sırada teknesi epey zorlu dalgaların arasında rüzgar ile tatlı bir dalaştaydı. Ama bu dalgalara oldukça hak verdi kitapçığın ilk sayfasındaki cümleyi okuyunca ganga.
Kuzeyinde Ege denizi, güneyinde Akdeniz olan Knidos görünmeye başladı ufukta… dalgalarla, rüzgarla, güneşle ve denizanaları ile süren uzun bir yolculuğa oldukça değecek olduğu görünür görünmez belliydi. Güzel bir yemeği hak ettim! Diye geçirdi içinden ganga ve bu sefer varır varmaz inecekti karaya. Kitapçığını eline aldı ve denize en yakın olan restorana vardı. Yeşili bol olan bir salata, henüz bu sabahtan gelen ızgara bir balık ve Knidos şarabı aldı. Bakalım dedi; beni buraya ne çağırdı ve elindeki kitapçığın derinlerine daldı.
Okuduğuna göre; buradaki dionyson terası Bizans döneminde kiliseye çevrilmiş. Çoğu antik kentin denizle bağlantısı kesilmiş olsa da; knidos denizi kucaklamaya devam eden nadir yerlerdenmiş. Sanat ve bilim konusunda oldukça ilerlemiş olan bu bölgede en önemli olan kalıntılardan biri de; Roma döneminden tek parça olarak günümüze ulaşmayı başaran tarihi güneş saatiymiş…
Vaaaay! Diye mırıldandı Ganga. Bu sırada her yudumu keyifle yediği yemeklerle dolu sofradan kalktı ve adımlarını antik kentin içine doğru atmaya başladı. Bembeyaz antik tiyatro doğrudan denize bakıyordu gerçekten, hem kumlu alan hem ağaçlar hem deniz hem de tüm tarihi doku iç içeydi… Babam ve belki de onun babası ve atalarım buralarda yürümüş olabilir mi diye iç geçirdi ganga….
Başını kaldırdı ve yukarıya doğru uzanan şu tatlı yokuşa doğru baktı. Deveboynu dedikleri yer burası herhalde ve hala denizcilere yol gösteren deniz feneri de işte o tepede. Sayfaları karıştırdı ve 1931 yılında inşa edilmiş olan deniz fenerini seyre daldı. Rakım 38 ve deniz fenerinden görünen manzara; rüzgarın fısıltısıyla duyuruyordu tüm olan biteni. Işığın bu kente düştüğü her açıyı göreceğim dedi Ganga ve bu gece de kalacağım burada. Deniz fenerinden aşağıya doğru yürümeye başladı, deniz hemen ayaklarının altındaydı. Badem ağaçları ve serin esen bir rüzgar eşliğinde biraz sulara daldı. Mavinin her tonu görünüyordu buradan. Kalabalık ve ıssızlık nasıl da yakın arkadaş olmuş diye düşündü…
Gökyüzü kızarmaya başlarken, ilk geldiğinde gittiği restorantta akşam için incirli badem tatlısı yemeye davet edilmişti. Kumun üzerinden yükselen beyaz zambakları rüzgar dans ettirirken Ganga da onların arasından akşam yemeği için yol alıyordu. İstanköy adasının ardından güneş naif bir kızıllıkla batarken ters istikamette ay, tüm parıltısıyla kendisini yine gösteriyordu… Sıradaki yolculuk nereye olacak sorusunun cevabı ise şimdilik bilinmiyordu…